25 Aralık 2016 Pazar

Kitap İncelemesi: Beş Şehir

Beş Şehir, Ahmet Hamdi Tanpınar tarafından yazılmış deneme türünde bir eserdir. Yazar, "Beş Şehir'in asıl konusu hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır." diyerek kitabın konusunu belirtmiştir. Sırayla Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul'u kendi bakış açısıyla anlatır. Bu şehirlerdeki yaşantılarından derin bir sevgiyle bahseder ve şehirler üzerine detaylı tasvirler yapar. Tanpınar'ın bu beş şehri seçmesindeki nedenler ise hem kendi yaşantısında bir iz bırakmış olmaları hem de geçmişte Türk devletlerine başkentlik yapmış, gerek bizim gerekse dünya tarihinin önemli şehirlerinden olmalarıdır. Her bir şehri anlatırken onun önemli mekanlarını, kişilerini, hikayelerini ve sanatını anlatır. En uzun bölüm İstanbul'a ve en kısa bölüm Ankara'ya ayrılmıştır ve aslında bakıldığında burada anlatılmak istenen şehrin kendisi değil geçmişe duyulan özlemdir. Beş Şehir aslında Tanpınar'ın geçmişe yaktığı bir ağıttır. Ona göre geleceği tayin etmesi beklenen gelenek ve kültür göz ardı edilerek modernleşmeye başlanmıştır ki bu toplumun ve şehrin dokusunu hiç olmadığı kadar değiştirmiştir.

Yazar anlatmaya ilk olarak Ankara'dan başlıyor. Kitapta bu şehrin de yer almasının sebebi hem milli birliğin sembolü olması hem de geçmişten itibaren aldığı rollerdir. Nedenini kendisinin de anlayamadığı bir şekilde Ankara ona hep muharip görünmüş ve buna sebep olarak da şehrin tarihi ve kalesi gösterilebilir. Ankara diğer Anadolu şehirlerine kıyasla tarihi eserlerinin çoğunu koruyamamıştır. Yaşadığı son büyük hadise İstiklal Savaşı'dır. Bu savaşın zaferiyle birlikte bütün yenilmiş, baskı ve esaret altındaki milletler için yeni bir dönem başlamıştır. Geçmişte Ankara burada bulunan devletler için bir iç kale vazifesi görmüştür. Ayrıca Osmanlı tarihinin önemli bir noktası olan Ankara Savaşı da burada olmuştur. Yüzyıllar boyunca yaşanan savaşlar Ankara'nın tarihini önemli hadiselerle doldurmuş ve onun eserlerinin çoğunu tahrip etmiştir. Elbette Ankara'yı anlatırken Hacı Bayram Veli'den bahsetmemek olmazdı. Hacı Bayram'dan Osmanlı'nın iç nizamını yapıyordu diye bahseder Tanpınar ve Türk cemiyetinin bünyesinde yapıcı bir rol oynadığından. Gerçekten de çiftçinin ve esnafın bir araya gelmesinde ve Ahilik teşkilatının genişlemesindeki pay büyüktür.

İkinci olarak Erzurum'dan bahseder. Buraya tam 3 kere gelmiştir. İlkinde daha çocuktur. İkinci sefer geldiğinde yıl 1923'tür ve iki büyük savaş ardından bitkin, neredeyse ölü bir şehirle karşılaşmıştır. Erzurum ticaret yolları üzerinde bulunan bir şehirdi eskiden ve bu sayede nüfusu yüz bini aşmış iktisadi yönden gelişmiş bir şehir olmuştu. Fakat Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı'nın ardından eski parlak günlerinden pek eser kalmamıştı. İkinci kez orada bulunduğu sırada Atatürk'le konuşmasından da bahseder. Konuşmaları esnasında ondaki dinamizmden oldukça etkilendiğini yazmıştır. Üçüncü gelişinde yolculuğu yataklı trendedir ve bunun tam olarak yolculuk etmek olmadığını söyler. Bunu da insanlara temas etmemesine bağlar. Gerek Anadolu'ya ilk girişimiz gerek milli mücadele hep Erzurum üzerinden olmuştur. Bu nedenle tarihimizin çok önemli noktalarında başlangıç noktası olmuştur. Ayrıca Erzurum'un doğasından ve güzelliklerinden de uzun uzun bahsetmiştir.

Konya üçüncü sırada yer alıyor. Anadolu Selçuklu Devleti'nin başkenti olan bu şehir Tanpınar'ın ifadesiyle "Bozkırın tam çocuğudur." Birinci Kılıç Arslan'ın Konya'yı başkent yapmasının ardından başlayan Selçuklu Rönesans'ı Tanpınar'a göre vakitsiz gelen kar fırtınaları arasında yeşeren bahara benzer. Söz konusu Konya olunca Mevlana'dan bahsetmemek olmazdı tabi. Konya anlatımında Tanpınar Mevlana'ya bolca yer verir. Onu Şark'ın en önemli şairlerinden biri olarak görür ve onun Konya'yı içten değiştirdiğini anlatır. Şehrin tarihine değindikten sonra mimariyi anlatmaya başlamıştır. Selçuklular Osmanlıların aksine Anadolu'da pek çok imar faaliyetinde bulunmuşlardır. Ne yazık ki çoğu eser zaman içinde kaybolmuştur.

Evliya Çelebi'ye göre "Ruhaniyetli bir şehirdir." Bursa. “Gördüğüm şehirler içinde Bursa kadar muayyen bir devrin malı olan bir başkasını hatırlamıyorum. Fetihten 1453 senesine kadar geçen 130 sene, sade baştan başa ve iliklerine kadar bir Türk şehri olmasına yetmemiş, aynı zamanda onun manevi çehresini gelecek zaman için hiç değişmeyecek şekilde tespit etmiştir. Bursa, Türk ruhunun en halis ölçülerine kendiliğinden sahiptir, denebilir.” demiştir Tanpınar da Bursa için. Yeşilin Bursa için önemini anlattıktan sonra Bursa'nın Osmanlı fethinden sonraki hızlı değişimine değiniyor. Gerçekten de Türkler fetihten sonra şehrin sokaklarında yeni bir fetih yapıyordu. Yaklaşık 20-30 yıl sonra Bursa artık bir Doğu Roma şehri değil tam bir Türk şehri haline gelecekti ve yetiştirdiği insanlarla toplumun gelişmesine önemli faydaları dokunacaktı.

Yazar son olarak İstanbul'dan bahsediyor. Kitabın en uzun bölümü bu şehre ayrılmış. Bunda İstanbul'un tarihin en önemli şehirlerinden biri olmasının payı olması bir yana kişisel bir hayranlığın da payı büyük olmalı. Ön sözde dediği gibi kaybolanlara olan üzüntü ile yeniye karşı olan arzu en çok bu bölümde, bu şehirde ortaya çıkar. Şehrin mimarisi ve tarihi üzerinde çok durur bu bölümde. Anlattığına göre fetihten önce ganimet gözüyle bakılan şehir fetihten sonra bir mücevher haline gelmiştir. Her gün yeni bir abide inşa etmek için yarışılırmış adeta. Ancak 1908-1923 arası savaşlar, mali sıkıntılar ve Osmanlı'nın çökmesi İstanbul'un da çehresini ve özünü tamamen değiştirmişti. Şehrin mimarisi üzerine yaptığı yorumlar ise oldukça güzeldir. Ona göre şehirde tek bir mimari üslup vardır ve bunu uygulayan şehirlerden ayrıcalıklıdır. Çünkü onun bu eserleri oldukça güzel bir şekilde sergileyecek bir coğrafi yapısı vardır. Burada bir benzetme de yapar. Her kumaşın ve süsün kendisine yakıştığı cömert yaratılışlı bir güzele benzetir İstanbul'u. Mimariden bahsederken Mimar Sinan'a ayrı bir parantez açar. İstanbul ondan önce tam bir Türk şehriydi. Fakat artık güçlü bir imparatorluğun başkentine yaraşacak eserler gerekliydi ve Mimar Sinan Kanuni Sultan Süleyman iktidarında bunu başardı.

Her şeyden önce anlattığı şehirlere, içindeki insanlara sevgiyle bakan ve onları yine sevgiyle anlatan Ahmet Hamdi Tanpınar şehirlerin güzelliklerini, kültürlerini ve yaşanan değişmeleri çok hoş bir üslupla yazmıştır.

21 Aralık 2016 Çarşamba

Gezi Yazısı: Üsküdar

İstanbul'un Anadolu yakasında bulunan Üsküdar'ın tarihi antik çağlara dayanır. Bilinen ilk adı Yunanca Altın Şehir anlamına gelen Khyrsopolis'tir. Şu anda kullandığımız Üsküdar isminin kökeni ise Romalıların bu bölgedeki Scutarion kışlasından gelmektedir. Bizanslılar tarafından da başta Altın Şehir anlamına gelen Hrisopolis kullanılsa da on ikinci yüzyıldan itibaren adı Skutarion olmuştur. İlçe İstanbul Boğazı'nın Anadolu kıyısında yer alır. Yaklaşık on iki kilometrelik sahil uzunluğu vardır.

Üsküdar 1352'de Orhan Bey zamanında Türk toprağı haline geldi. O dönemden beri de yapılan eserlerle adeta bir açık hava müzesi haline gelmiştir. Pek çok paşa ve o dönemin zenginleri yaptırdıkları yalılarla sahil şeridini süslemiştir. Ne yazık ki çoğu günümüze ulaşamamıştır fakat hala o eserlerden birkaçını görmek mümkündür. Günümüze ulaşamamalarının en önemli nedenlerinden biri yangınlardır. Bilindiği üzere eski İstanbul evleri depreme dayanıklı olsunlar diye ahşaptan yapılırdı. Ama bu da yangın gibi başka bir felakete yol açardı. Eski Üsküdar evleri bahçeli ahşap yapılardı. Evin iki kapısı olurdu. Biri sokağa diğeri ise iç bahçeye açılırdı. Yaklaşık 1950'lere kadar evlerin ekseriyeti böyleydi fakat daha sonra bu sıcak ve zarif evler yerini beton apartmanlara bıraktı. Ayrıca Üsküdar İstanbul'un en yeşil ilçelerinden biridir. Fakat betonlaşma bir ağaç katliamını da beraber getirmiştir. Mahalle kavramı da oldukça önemliydi. Eski mahalle dokusunda herkes birbirini en az üç kuşağa kadar tanırdı ve sakinler nadiren başka bir mahalleye veya semte göç ederlerdi.

Peki günümüzde ne değişti? Öncelikle betonlaşmayla beraber semtin dokusu büyük yara aldı. Yeşillik içindeki mahalleler, evler çıplak kaldı. Nüfus alması nedeniyle apartmanların sayısı artmalıydı. Dolayısıyla bahçeli evler birbiri ardına yıkılıp üçer dörder katlı apartmanlar yapıldı. Bu süreçte de maalesef estetik göz ardı edildi. Bakınca insanın içini açan o çok katlı, bahçeli ahşap yapılar pragmatik amaçlarla yapılmış beton binalara dönüştü. Bu değişim kendini mahallenin yapısında da gösterdi. Toplumun ve semtin değişmesi mahallenin tanımını da değiştirmişti elbette. Eskinin yakın komşulukları ve sıcak ilişkileri zoraki selamlaşmalara dönüştü. Semtler hatta ilçeler arasında taşınmak yaygınlaştığı için birbirini tanıyan mahalleli sayısı da azaldı. Ayrıca artık bu kargaşa ve gürültü dolu yaşamda huzur bulmak da pek kolay değil. 1900'lerin başında çoğunluğu oluşturan bahçeli evlerin bir kapısı dışarıya açılıyorsa diğeri huzura açılırdı. Günümüzde böyle bir imkan pek kolay değil. Ağaçlar ancak parklarda görülebiliyor.

Sonuç olarak Üsküdar modernleşme ile birlikte değişti. Fakat bu değişimin ardından özünü ne kadar saklayabildi? Bir semtin özü tarihinde saklıdır. Tarihiyle hiç uyuşmayan bir semtin özünden söz etmek mümkün değildir. Şimdilik o kadar vahim bir durum olduğunu düşünmüyorum. Fakat modern yaşamın değiştirici etkisine karşı bazı değerlerimiz korunmalıdır.

29 Kasım 2016 Salı

Hikaye

-Orçun bir hikaye yazmam lazım betimlemeler içeren.
-Eee...
-Abi kalk bir şeyler yapalım da yazayım.

Orçun bir seksen üç boyunda ve seksen yedi kiloydu. Uzun sakalları vardı. Beyaz kalın çerçeveli gözlüğü onu olduğundan çok entelektüel gösteriyordu. Siyahtı saçı ve sakalı. Üzerinde siyah bir T-Shirt ve siyah eşofman vardı.

Orçun oturduğu sandalyeden kalktı. O sırada Mustafa Fevzi Sargon'dan imzalı Anatomi Akıl Notları adlı kitabı okuyordu. Fakat bu sizleri aldatmasın. Kendisi Kimya Mühendisliği öğrencisidir. Üzerinde eşofman vardı ve üzerini değiştirmeye gitti. Pantolon olmadan insan içine çıkamazdı. Onu giydikten sonra limon kolonyasını aldı ve üzerine boca etti. Artık çıkabilirdik. Odamız dört kişilikti ve dört kişi için yeterli büyüklükteydi. Çalışma bölümü ve yatakların olduğu bölüm sürmeli bir kapıyla ayrılmıştı. İki adet masa ve iki adet ranza vardı. Tam çıkacağımız sırada Doktor diye hitap ettiğimiz diğer oda arkadaşımız içeri girdi. Yüzünde yorgunluğunu gördüm. Çok çalışıyordu her zamanki gibi. Tıp okumak kolay değildi ve bir doktor kolay yetişmiyordu. "Sanat..." dedi doktor. "Hayatı güzelleştirmek için ne güzel bir araç." Göz göze geldik. Haklıydı. Masamda duran beyzbol topunu aldım ve odadan çıktık. 


Hedefimiz birer sıcak çikolata almaktı. "Abi senin yüzünden sınıfta kalacağım." dedi Orçun. Eksi birinci kattaki oyun odasına gidiyorduk. Asansöre bindik. İndiğimizde kaloriferin üzerinde duran bir toka gördük. Orçun onu aldı ve elinde oynamaya başladı. "Tokayla oynamayı severim ben." dedi. "Bana kaybettiğim birini hatırlatıyor."

Sıcak çikolatalarımızı aldıktan sonra otomatın hemen yanında duran bilardo masasını gördüm.

-Gel bir bilardo oynayalım. 

Langırt oynayanların yanından geçip bilardo masasının başına geldik. Etraf kalabalıktı. Kimi gençler masalarda oturmuş ödev yapıyor kimileri de kanepelerde bilgisayarlarıyla uğraşıyordu. Topları dizdik. Masa yeni olmasına rağmen yıpranmıştı. Üzerimize düşen ışık sarı olmasından ötürü bana yetersiz geldi. Fakat bunu fazla önemsemedim ve oyuna başladık. "Reis bir önerim var." dedi Orçun tam oyuna başlamışken. "Dizdiğin topların hepsini deliklere geri koy. Sadece siyahı belli bir deliğe sokacağız. Bak şu soldaki delik mesela." "Peki." dedim. Rengarenk topları birbiri ardına deliklere dağıttım. Ardından yeniden başladık oynamaya. Uzun bir süre birbirimizin siyahı sokmasına engel olmaya çalıştık. Oyunun heyecanlı bir anında bir gürültü duyduk."Ne oluyor la?" dedi Orçun. Meğerse masalarda oturup ödev yapanlardan biri arkadaşına tekme atmaya çalışırken sandalyeden düşmüş. Fazla önemsemedik. Orçun'un kazanıp oyunu bitirmesiyle odamıza geri dönmeye karar verdik. Koridor karanlıktı. Aklıma cebime koyduğum beyzbol topu geldi ve "Orçun!" diye bağırdım. Arkasına döndü ve kendisine hızla gelen topa karşı bir tepki verme isteği duydu. Ne yazık ki refleksleri o kadar hızlı değildi ve topu göğsüne yedi. Onu yere yığılırken gördüğümde korkmadım desem yalan olur. Fakat hemen kalktı. Yüzünden sinirli olduğu belli oluyordu. Yanına  gidip özür diledim. Konuyu uzatmadı çünkü o da dün attığı topla neredeyse gözlüğümü kıracaktı.

Koridorda bir arkadaşımıza rastladık. Üzerinde lacivert bir mont vardı ve eliyle sıkıca omuz askılı çantasını tutuyordu. Bir seksen santim civarında ve 80 küsur kilo olmalıydı. Sarışındı ve yaklaşık bir aydır sakal traşı olmadığı belli oluyordu. Ufak bir sohbetten sonra dağıldık ve ödevlerimize başladık.



GECE KUŞLARI

 Sıkıcı bir ilkbahar akşamıydı. Sokaklar boş, insanlar keyifsizdi. Korkunç saldırının üzerinden beş ay geçmişti. Fakat korku insanın içine bir kere yer etti mi kolay gitmezdi. Hele topluma sinmiş korkunun def edilmesi büyük mucizeler gerektirirdi.

Manhattan'daki Greenwich Village'da bulunan küçük lokanta ise bütün bu karamsarlığa savaş açarcasına aydınlatıyordu sokağı. Evde oturamıyordum. Duvarlar, pencereler, eşyalar... Yüreğimdeki sıkıntıyı sadece arttırıyordu. Sırf bu yüzden gelmiştim yine Alfred'in lokantasına. Biraz huzur için. Muhasebeci olarak işim pek kafa dağıtmamı sağlamıyordu. Sosyal hayatım ise bu kalabalık şehirde yok denecek kadar azdı. Yalnızdım...

Üç ay önce karlı bir Şubat gecesi keşfetmiştim burayı. Daha doğrusu yıllardır yanından geçtiğim bu lokantayı bomboş görünce bir kahve içebilirim diye düşündüm. Ne kaybedecektim ki? Öyle de oldu. Hiçbir şey kaybetmedim. Aksine şu koca şehirde bir sığınağım olmuştu. Güneşin doğuşunu burada bekler ardından eve yatmak için giderdim. O kadar yorgun olurdum ki bir şey düşünemeden direk uykuya dalardım. Böyle geçerdi günlerim. Muhasebeciydim ben. Yalnız, üzgün bir muhasebeci...

Yine kaygı ve iç sıkıntılarıyla dolu bir gecede burada bulmuştum kendimi. Alfred'in kahvesi... Tek ilacım... Oturup iki fincan kahveyi hızlıca içtikten sonra Alfred tam üçüncüyü dolduruyordu ki bir çift içeri girdi. Demek bu gece onlar bize eşlik edecek dedim içimden. Yüzlerine baktım, pek çok mana ve hüzün gördüm. Yorgundular ayrıca. Bir şeyler sipariş ettiler. Ardından da hiç konuşmadılar. Sustuk... Sabaha kadar....